İyi ki doğduk!
Yıllar önce küçük bir kız doğmuş. Doğmuş da ne doğmuş, kolay değil- ailenin ilk kız torunuymuş. Gün bayrammış, ev onu görmeye gelenlerle dolup taşmış. Prenses demişler ona, o da kendini hep öyle sanmış. Masal dinlemeyi hiç sevmezmiş, masalları yaşayan olmak istermiş. Pamuk Prenses olmak istemiş önce ama yedi tane cüceyi de evde istememiş. Uyuyan Güzel’e özenmiş ama uykuyu da pek sevmezmiş, 100 sene nasıl uyuyacakmış. Uzun siyah saçları varmış, bir ara takmış kafasına Rapunzel olacakmış. Ama elin oğlu saçlarını yolup eve çıksın diye mi saçlarını uzatacakmış, düşünmüş ondan da caymış. Bir ara Heidi olmaya heveslense de dağlar bayırlar hiç ona göre değilmiş. Nerede börtü böcek var gelip onu yermiş. Hem ne işi varmış canım onun çayır çimende, o prensesmiş, olur mu hiç öyle şeymiş! Prensesmiş o işte, kolları yerine kanatları olsun diyen, yüreğinin götürdüğü yere uçmak isteyen!
Bu kız büyümüş, kocaman bir kadın olmuş! Ama ne içindeki prenses kaybolmuş ne de pamuk şekerine buladığı hayalleri. Hala mutlu ediyormuş onu balonlar, pastalar, pastanın üstündeki söndürülmeyi bekleyen mumlar!
Evet, kendini prenses zannetmekten inatla vazgeçmeyen, bu uğurda bedeller ödese de hala direnen küçük kız benim ve bir yaşıma daha girdim!
Hoş geldin yeni yaş!
Yaş mı kaç? Takılmayalım ona, yaş dediğin yan yana gelmiş birkaç rakamdan ibaret!
Kutlama eylemini seviyorum ben; nasıl kutlasam ki acaba diye düşünmeyi, sürprizler, çiçekler beklemeyi! ‘Bugün benim doğum günüm, hadi kutlayın’ deyip kocaman sarılmayı seviyorum yanımdakilere! Pasta yiyip mutlu olmayı, mum üfleyip dilek tutmayı seviyorum ben! Her gelen mesajda, kartta, telefonda sevinmeyi, sevildiğimi hissetmeyi, hatıra bırakacağım kareler olsun diyerek fotoğraflar çekinmeyi seviyorum. Yani aslına bakarsanız hep yaptığım ve yapmaya da bayıldığım tüm bu saydıklarımı, doğum günü bahanesiyle yapmayı, mutluluğumu zirvede yaşamayı seviyorum valla! Hem o zaman deliymişim gibi de davranmıyor kimse bana :))
Hemen herkes için önemlidir doğum günü! Kutlamayı en sevmeyen, önemsemeyen kişi bile hatırlansın ister içten içe! Özel hissettirir kendini doğum günleri, sevildiğini, birilerinin yüreğine değebildiğini!
Nereden çıkmış doğumgünü kutlama fikri, neden pasta yenir acaba, neden mum üflenir?
İlk evvela parti fikri Mısır’da ortaya çıkmış! Süt banyosu ile meşhur Kleopatra’nın memleketinden çıkmış olmasına şaşırdık mı? Tabii ki hayır!
Eski Mısır’da firavunlar taç giydiğinde Tanrı’ya dönüştüklerine inanılırmış. Taç giyilmesi, Tanrı olarak yeniden doğmak anlamına geliyormuş ve bu törenlerle kutlanıyormuş. Eski Yunan’da da tüm Tanrı ve Tanrıçalara özellikle de Tanrıça Artemis’e mumlarla donatılmış pasta sunulurmuş. Pastanın üzerindeki mumlardan yükselen dumanın, Tanrıça Artemis’in dileklerini duymasına yardımcı olacağına inanılırmış. Dinl ile alaka kurmadan doğum günlerini kutlayan ilk uygarlık ise Roma’lılarmış. Sadece soyluların ve saray eşrafının değil halktan insanların arkadaş ve ailelerinin doğum günlerinin kutlanması, o zamandan bugüne uzanmış.
İşte böyle sevgili okuyucular! Bir yaş daha büyüdüm ben de, bir yaş daha sevdim, sevildim, kazandım, kaybettim! Bir yaş daha yakaladım hayatı! Gökyüzünün sandığımdan daha mavi, mucizelerin gerçekleşebilir, sevginin susuz ve çorak bir kalpte de yeşerebilir olduğunu öğrendim. Ailenin en kıymetli, dostlukların hazine, aşkın kutsal olduğunu öğrendim. Düş kurabilmenin en güzel silah, düşleri gerçekleştirmenin de zaferlerin en büyüğü olduğu öğrendim! İyi ki doğdum, iyi ki kanatlandım, özgür bir kadın oldum! Kanaya kanaya geçtim yollardan, kayboldum kimi zaman, düşe kalka buldum yolumu! Büyüdüm, akıllandım ya da öyle sandım!
Ve sanıyorum ki yeni bir yaşa, yeni bir sayfaya hazırım!
O zaman iyi ki doğdum! İyi ki doğduk!
…………………………………………..*………………………………………………
Barış Manço’nun Bilinmeyen Aşkı
Benim doğum günü haftamın Barış Manço’nun ölüm yıl dönümü ile aynı haftaya gelmesi, tatsız bir tesadüf tabii! Türk pop müziğinin kült isimlerinden, 7’den 70’e her yaş her kesimden insanın sevdiği, şarkılarının bugün dahi keyifle dinlendiği ünlü şarkıcı Barış Manço, 24 yıl önce tam da bu hafta göçtü öbür dünyaya! Milyonlarca hayran, yüzlerce beste ve şarkı bıraktı ardında! Etkinlikler oldu yurdun dört bir yanında, dualarla anıldı mezarı başında!
Daha önce duymadığım bir hikayeye rastgeldim Manço ile ilgili! Fazla bilinmeyen, üstü örtülen hazin bir aşk hikayesine!
Barış Manço, henüz genç bir delikanlıyken resim- grafik ve iç mimarlık eğitimi almak üzere Belçika Kraliyet Akademisi’ne kaydoluyor. Bir süre ağabeyi Savaş’ın evinde kaldıktan sonra kendine bir ev tutuyor. Ev sahibi, tonton bir çift! Çiftin Maria Claude isimli genç ve güzel bir kızı var ve fotomodellik yapan kız ile Barış, büyük bir aşk yaşıyor ve evleniyorlar. Evlendikten birkaç gün sonra Barış, yeni plağını doldurmak üzere Londra’ya giderken Maria Claude de bir reklam kampanyası için Türkiye’ye geliyor. Dışarıdan her şey güllük gülistanlık gözükse de içinin pek öyle olmadığı anlaşılıyor çünkü evliliklerinin henüz 40. gününde Barış Manço, boşanmak için mahkemeye başvuruyor!
O dönem Barış Manço, ünlü rock müzik grubu ‘Kaygısızlar’ da müzik yapıyor ve Fikret Kızılok ile yolları da bu grupta kesişiyor. Bu iki genç müzisyenin arası, Manço’nun henüz 40 günlük eşi olan Marie Claude’un Fikret Kızılok’a aşık olmasıyla geri dönüşü olmayan bir şekilde bozuluyor. Karısının Kızılok ile aşk yaşadığını duyan Barış Manço, boşanma sebebini bu aşk olarak değil anlaşamamaları olarak belirtiyor, bu evliliği sessiz sedasız bitiriyor. İçindekileri, öfke ve kırgınlığını, yaşadığı büyük hayalkırıklığını da notalara döküyor. İşte bugün hala dinlediğimiz, isyanla söylediğimiz o şarkı da böyle ortaya çıkıyor;
“Ellerimle büyüttüğüm/ Solar iken dirilttiğim/ Çiçeğimi kopardın sen, ellere verdin/ Çiçeğimi kopardın sen, ellere verdin/ Dağlar dağlar/ Kurban olam, yol ver geçem/ Sevdiğimi son bir olsun yakından görem!/
Maria Claude’u soracak olursanız herkes Fikret Kızılok ile evlenmelerini beklerken uyku tulumlarıyla tüm Anadolu’yu dolaştıktan sonra ayrılıyorlar. Anneme sorsanız; “Eeeee yuva yıkanın yuvası olmaz tabi, iyi olmuş- haketmişler” der! Ben ise tarihe geçmiş, zamansız şarkıların doğması için böyle derin ve hazin hikayelere ihtiyaç var diye düşünüyorum. O acılar, yoğun duygularla hepimizin yüreğini titreten şarkılar, ortaya çıkıyorlar!
Sevgili Barış Manço!
Hayattayken incitmişler kalbini! Dilerim ki yattığın yer incitmesin seni!
Işıklarda uyu!
…………………………………………….*………………………………………
Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun!
Barış Manço’nun, “Dağlar dağlar” şarkısının hikayesini dinledikten sonra bir merak sardı beni, severek dinlediğimiz şarkıların hikayeleriyle ilgili!
Günümüz popülist şarkıları değil elbet kastettiğim, hani sabit dımtıs- dımtıs müzik üzerine konuşur gibi söylenen, kafiye olsun da manaya gerek yok dedirten şarkılar! Onlar günlük şarkılar, benim bahsettiğim ömürlük olanlar!
Misal Haluk Levent’in; “Elfida” şarkısı! Sevgiliye yazıldığını düşündüğüm bu şarkının hikayesi meğer çok başkaymış. Haluk Levent, Beyzanur adında küçük bir kızın yakalandığı amansız hastalıkla mücadelesini hem takip etmiş hem de destek olmaya çalışmış. Sık sık hadtaneye gidip doktorlardan bilgi almış. Bir gün doktorlardan biri; “Haluk Bey, iyileşmesi neredeyse imkansız, bu kızı gözden çıkartın” demiş. Bunun üzerine Haluk Levent, Osmanlıcada “gözden çıkartılan kadın” anlamına gelen “Elfida” adıyla bir şarkı yapmış ve şarkıyı küçük Beyzanur’a atfetmiş. Beyzanur şarkıyı hiç dinleyememiş ama şarkı bugünlere gelmiş!
Aşık olduğu kadını, ilk kadın tiyatrocu Afife Jale’yi düştüğü uyuşturucu bağımlılığından kurtarmak adına kendisi de bu batağa düşen ama asla sevgisinden vazgeçmeyen, bu uğurda inandığı tüm değerleri elinin tersiyle iten ünlü bestekâr Selahattin Pınar, ünlü ‘Huysuz ve tatlı kadın’, ‘Sevdim bir zalim kadını’ gibi eserlerini de Afife Jale ile yaşadığı büyük aşk sırasında, ona ithafen yazmış!
Nazım Hikmet’in yasaya aykırı düşünceleri sebebiyle kaçak yaşadığı dönemde, sevdiğinin hasreti kor gibi düşüyor yüreğine! O zamanlar, şimdiki gibi cep telefonudur, internettir, whatsapp’tır yok elbette. Nazım, yakın ve güvendiği bir arkadaşı ile haber gönderiyor sevdiceğine; ‘Şu saatte, Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacının altında buluşmak üzere! Ama arkadaşı, o kadar da güvenilir olmadığından durumu haber veriyor polise. Nazım gidiyor buluşma noktası olan ceviz ağacının altına ve beklerken uzaktan görüyor polislerin geldiğini. Can havliyle tırmanıyor o ceviz ağacına, bir karşısındaki boğaz manzarasına bakıyor bir de aşağıdaki kaosa. Sevgilisi ağacına altında gelmedi diye ağlıyor, polis çevreyi araştırıyor, kimse de bilmiyor ki Nazım başlarının üstünde, ağaç dalına tünemiş oturuyor. Nazım, ağaç tepesinde sonradan bestelenip dillere pelesenk olacak şu şiiri yazıyor;
“Başım köpük köpük bulut içim dışım deniz/ Budak budak serham serham ihtiyar bir ceviz/
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda/ Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında!”
Hayat şarkılarda gizli, hikayeler kadere- besteler güftelere vurgun!
Hem zaten çoktan unutulurdu çoktan da; Ah bu şarkıların gözü kör olsun!
……………………………….*……………………………..
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Hastalığı: Yüreğimizi hoplattı! Son dönemin popüler dizilerinden ‘Kızılcık Şerbeti’nde ‘Abdullah Bey’ karakterini canlandıran Settar Tanrıöğen, beyin kanaması geçirdi! Derhal ameliyata alınan Tanrıöğen’in sağlık durumunun iyi olduğu belirtildi! Dizide, kendinden çok genç bir kadına aşık olarak 35 yıllık karısını terk eden Abdullah karakterine beddua eden onca kişinin ahı tutmamıştır inşallah diyorum çünkü bunu yapanlar çok biliyorum! Ve Settar Tanrıöğen’ acil şifalar diliyorum!
Haftanın Kararı: Yargıtay’dan geldi! Yargıtay, kocanın duş almamasını boşanma nedeni saydı! Ankara’da yaşayan bir kadının, eşinin duş almayıp aynı kıyafetleri 5 gün giymesi ve haftada sadece bir iki kez dişlerini fırçalayarak kişisel temizliğine dikkat etmediğini öne sürerek açtığı boşanma davasında mahkeme eşi tam kusurlu bularak boşanmalarına karar verdi ve 500 bin lira tazminata hükmetti. Bölge Adliye Mahkemesince hukuka uygun bulunan karar, Yargıtay tarafından da onanarak kesinleşti. Yargıtay kararında, davalı kocanın kişisel temizliğine dikkat etmemesi, ter kokması gibi boşanmaya neden olaylarda tam kusurlu, kadının ise kusursuz olduğuna hükmetti! Beyler! Temizliğinize dikkat edin, uyarmadı demeyin!
Haftanın Hediyesi: Kalbimi ısıttı! Ordu’nun Ünye ilçesinde evlenen çift, nikah töreni sırasında davetlilere nikah şekeri yerine sahipsiz hayvanları beslemeleri için mama hediye etti! Çift, sahipsiz hayvanların kış şartlarında unutulmamasını, dışarıdaki soğuk havada aç kalmamalarını istedikleri için böyle bir şey düşündüklerini söyledi! Farkındalık yaratmak tam da böyle bir şey işte! Helal olsun size!
Haftanın Saldırısı: Dünyanın en ünlü tablosu Mona Lisa’ya atılan çorba! Fransa’da, gelirlerinin azlığından şikayet eden çiftçilerin günlerdir sürdürdüğü protestolara destek veren aktivistler, çiftçilerin çalışmalarının karşılığını alamadığı gerekçesiyle bu haksızlığa dikkat etmek için Paris’teki ünlü Louvre Müzesi’ndeki Mona Lisa tablosuna çorba attılar! Valla hükümetin dikkatini çektiler mi bilmiyorum ama müzenin temizlik görevlilerinin dikkatini ve de öfkelerini fazlasıyla üzerlerine çektiğini eminim!
Haftanın Ayaklanması: Amerika’yı karıştırdı! Yasadışı göçmen harekatına karşı tepki gösteren Amerika’nın Teksas eyaleti ile hükümet arasında ciddi bir anlaşmazlık başgösterdi! Teksas’ın sınır kontrolünü kendi yapacağını açıklamasına 25 Cumhuriyetçi eyalet de destek verdi! Eyalet valileri, Biden’ın ülkeyi yasa dışı göçe karşı savunmasız bıraktığını söylerken Oklahoma eyaleti de Texas’a destek amacıyla sınıra Ulusal Muhafızları gönderdiğini duyurdu. Başkan Biden, ABD tarihinin en adil ve sert reformunu hazırlayacaklarını söyleyerek durumu kontrol altına almaya çalışsa da görünen o ki önümüzdeki günlerde, dünyanın ‘Süper Güç’ünü zor günler bekliyor!